Nice ulu kişilerin mitolojik (efsanevi) hayatında masal unsurları hakimdir. Bir kılıç darbesiyle 40 kafirin başının kesilmesinden alında, nefesiyle taşları un ufak eden kahramanlarımız ve ulularımız vardır. Sabah namazını Kabe’de kılıp akşam yemeğine evine gelen, deryanın üstüne halısını seren nice erenlerin hikayesini dinlemişizdir. Bu masal unsurlarında halkın yorumu hep vardır. Bu yüzden bazen gerçekler masallaştırılarak dile getirilir. Bütün bu insanüstü olayları hiç kimse yargılamak için teşebbüs etmemiştir. Öylece kabul görmüştür toplum tarafından. Mesela Hacı Bektaşı Veli şöyle tanımlanır Velayetname’de: “Zaman içinde zaman, mekan içinde mekan yaratır. Dileyipte gerçekleştiremediği hiçbir şey yoktur. Taşlar kerametine tanıklık eder, hayvanlarla konuşur, onları bir bakışıyla taş eder.” Bu mitolojik tanımlar bütün dinlerde vardır.
Bir bez parçasından alın da, bir parça topraktan bile medet umarız. Boşuna demezler ‘Allah dermansız derde düşürmesin’ diye. Eğer düştünse değil kutsal bildiğin ağaçlara bez bağlamayı bal yiyormuş gibi yersin kutsal bildiğin toprakları. Derdine derman olur mu olmaz mı pek bilinmez ama, inancının sağlam olmasının kime zararı var ki.
Kişisel anlamda inanç insanın iç dünyasi ile ilgili bir kavram. Başı dara düşen bir insan davranışını, refah içinde olan bir insana anlatmak hemen hemen imkansızdır. Medet ummanın dışında
bir olaydır bu davranış biçimi. Normal şartlarda aklımızın ucundan bile geçmeyen tüm kutsal değerleri dara düştüğümüzde tek tek sıralar yardım umarız. Allah, Muhammet, Ali, Boz Atlı
Hızır, Hacı Bektaş, Hasan, Hüseyin, Oniki İmam v.d. Çarelerin tükendiği noktada kutsal bildiğin değerlerden yardım istemenin kimseye bir zararı olmasa gerektir. Bizim yörenin özelliğinden
olsa gerek, keramet arar kutsal bildiği şeylerde.Göz ile görülecek, el ile tutulacak, kulağıyla duyacaği kadar da yakın olmalı keramet sahipleri. İşte bu merkezden bakarak Beserek
Dağı’nın niçin “Kutsal” bir dağ, niçin “Ulu” bir dağ olduğunu anlamaya çalıştık. Köylülerimizden bu işe merak duyanlarından, yaşça büyük olanlarından ve diğer köyün ihtiyarlarından
derlemeye çalıştığımız rivayet olunan bilgiler ışığında;
· *Veysel Karani Türbesinin Beserek Dağının tepesinde olduğunu, · * Bir zamanlar suyla dolu olan göl suyunun uyuz ve benzeri hastalıklara şİfa olduğunu, · * Çobanların çok uzaklardan
buraya sürülerini getirdiklerini, hasta olan hayvanların iyileştiklerini, dolayısıyla burasının Sadece Emlek Yöresinde değil, başka yöreler tarafından da kutsal olarak bilindiğini, · *
Köyümüzden birisinin gölün kenarında bulunan ağaçlardan kestigi için göldeki suyun ve ağaçların kuruduğunu, · * Kesilen ağaçlardan kana benzeyen sıvının aktığını, · * Şimdi ise tek olarak
kalan ağacın dilek tutulan ağaç olduğunu, · * Kuruyan gölün içindeki çamurun (cöher) çeşitli hastalıklara iyi geldiği için yendiğini, ögrendik.
ULU KERVANLAR OTAĞI BESEREK
Karen, Yemen taraflarında adı pek bilinmedik etrafı kum dağları ile çevrili, kurak, çorak bir beldedir. Ortalıkta birkaç kuyu, üç beş ağaç… Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı
evler... Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip biçmezler, hayvanlarını (develerini) ise Üveys isimli
bir çobana emanet ederler. Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de dünyalık gibi bir kaygısı. Güttügü develer için ücret istemez. Verenden alır, vermeyene sormaz
bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir. Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayır işlerinde ve cömertlikte daima başı
çeken biridir. olduklarıdır.
Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani mütevazı yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları ve hayvanları arasında yalansız dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya
kovuklarında ibadet eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim?
Veysel’in çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür. Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar, paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse ama
ne derse yapar. En olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik eder.
Veysel Karani haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O, gün boyu dua eder, af diler. Ümmet-i Muhammed’e dua
eder. Ama en bilinen özelliği Allah ve Muhammed’e duydugu tarifsiz aşktır. Veysel Karani’nin tek arzusu vardır. Muhammed’i görebilmek. Düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir hoş
olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o, anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.
Ve gün gelir Muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı taşar. Onu bir kez, ama bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse dünyalar onun olacaktır.
Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla “İstiyorsan git!” der bakışlarıyla “Git bakalım, beni kime emanet edeceksen?”.
Doğrusu onu bırakabileceği hiç kimsesi yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki?
Karani hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez. Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle
dilleşir, serin seher yeliyle selâmlar yollar Haremeyn’e. Ve ufuklar perde perde açılır, dağlar çekilir aradan…
Veysel Karani, Allah Resulü’nün muhteşem sohbetine madde planında erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Aralarında imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne
önemi var ki… Muhammedin etrafında bulunanlardan bazıları bu durumu hisseder ve sorar:
-Ya Resullallah kimdir bu nasipli? -Allahın kullarından biri. -Peki adı nedir? -Üveys! -Ya memleketi? -Karen! -O sizi gördü mü? Resulullah, mânâlı mânâlı gülümser, “Baş gözü ile hayır!”
der. “Hayret!” diyenler olur, “Size böylesine aşık olan biri nasıl oluyor da koşmuyor huzurunuza?” Resulullah izah eder: - Onun gelmemesi de bana olan bağlılığındandır. İhtiyar bir anası
vardır. İman etmiştir. Ancak gözleri görmez, hareket edemez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, kazandığını annesine harcar. Hazret-i Ebubekir sorar:
-Ya Resulallah biz onu görür müyüz?
O, “Ne yazık ki hayır” manasında sallar, “Sen göremezsin” ama Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’ye dönüp müjdeyi verir: “Onu, sizler göreceksiniz!” Sonra bir bir vasıflarını tarif eder ki, bu
işaretlerden biri avucunun içindeki gümüşi beyazlıktır. “Aşık için zaman geçmez” derler, ama aradan yıllar geçer. Hani o dakikaları asırlaşan yıllar... Resulullah hayatının son soluğunu
aldığı demlerde hırkasını çıkarır ve “Bunu Üveys-i Karni’ye verin!” der. Vasiyet üzerine Hazreti Ömer ve Hazreti Ali yollara düşer, Veysel Karani’nin izini bulurlar. Ahali böylesine
şerefli iki kimsenin böylesine köhne bir yeri ziyaretine bir anlam veremez. Hele “Üveys’i ariyoruz!” cümlesine çok şaşırırlar. “O divanenin tekidir.İnsanlardan kaçar. Kimseyle konuşmaz,
kimseye karışmaz. Ağladıklarımıza güler, güldüklerimize ağlar. Neşe nedir bilmez. Aradığınız sakın başka biri olmasın!” derler. Hazret-i Ömer dikkatle dinler, “Bilakis!” der, “Aradığımız
o olmalı!” Karenliler iki şanlı şahabenin önüne düşer, onları Arne Vadisi’ne getirirler. Veysel Karani’yi namaz kılarken görürler. Develer akıllı uslu dolanmakta, çobanlarını üzecek
hareketlerden sakınmaktadırlar. Namazı biten Üveys misafirlerine döner “Hoşgeldiniz!” der. Hazret-i Ali gülümseyerek sorar
-Kimsin sen? -Abdullah! (Allah’in kulu) -Evet hepimiz Abdullah’ız, ama seni ne diye tanırlar? -Üveys derler. -Sağ elini açar mısın?
Tarif edilen işaret ayan beyan ortadadır. Hazreti Ömer “Ben Hattapoğlu Ömer’im” der, “Arkadaşım Ali bin Ebu Talip!” Vadiyi kısa ama mânâlı bir sessizlik kaplar. Sükutu yine Hazreti Ömer
bozar:
-Efendimiz sana selâm ettiler ve mübarek hırkalarını gönderip buyurdular ki “Alıp giysin, ümmetime dua etsin!” Aradan günler geçer. Karenliler şaşkın, hatta pişmandırlar. Öyle ya,
ellerinin altında Üveys gibi bir cevher olsun da, sen onun kıymetini bilme. Ama bu kez Karani’yi hurmet ve ilgiyle bunaltırlar. Huzurunda el pençe divan durur, ısrarla nasihat isterler.
Hele bazıları keramet bekler. Veysel Karani gibi mütevazi biri, ilginin böylesinden sıkılır. Işte tam o günlerde biricik annesi vefat eder ve onu Karen’e bağlayan hiçbir şey kalmaz. İşte
şimdi yollara düşebilir. Karani’nin ilk hedefi elbette Haremeyn’dir. Sonra Medine’ye gider. Ancak o şehrin hüzünlü yüzünü görür ve Resullulah’ın yaşamadığı Peygamber beldesinde duramaz.
Çeker çarığını, yürür uzaklara. Bir ara Basra’da eyleşir, bir ara Kufe’ye yerleşir. Yine eskisi gibi deve güder. Aç kalır, açıkta kalır. Horlanır, aşağılanır. Garip bu ya milletin gücü
hep ona yeter. Hatta ufacık veledler bile sataşır, taş yağdırırlar. Karani tek bildiği ve geçim kaynağı olan develeri gütmeye ve insanlar için dua etmeye devam eder. Veysel Karani bazen
sehere kadar secdede, bazen sabahlara kadar duada kalır. “Bırakın üç kere Sûbhane Rabbiyel âla demeyi, ben bir keresini bile beceremiyorum” diye yakınır. Onun özlediği ibadet
meleklerinkinden farksız olmalıdır. “Namazda husu öyle olmalıdır ki” der: “Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.”
Çok yoğun yaşadığı böyle bir günün ardından develerin kaybolduğunu farketmez bile. Ancak akşam olup gün batınca farkına varır develerin yanında olmadıgının. Aramaya başlar. Günlerce
aylarca aradıktan, sorup soruşturduktan sonra izlerini takip ederek bulur develerini. Hem de adını sanını bilmediği bir yörede. Günlerdir bakımsız kalan develer uyuz hastalığına
yakalanmıştır perişan olmuştur. Gözü gibi baktığı develerin bu hale gelmesine çok üzülür. Suçlu hisseder kendini. Bu haliyle develeri sahiplerine götürmek Karani için ölüm gelmektedir.
Bir çare aramaktadır. Oturur dua etmeye başlar. Öyle kaptırırki kendini, develerin tekrar uzaklaşıp gittiklerini görmez bile. Aradan geçen saatlerden sonra tekrar düşer develerin peşine.
Bu sefer fazla araması gerekmez. Küçük bir göl kenarında bulur develeri. Kimi bunalmış kendini suyun içine girmiş, kimisi hala su içmekte. Akşamın karanlığında ıhtırır develerini sabahın
olmasını bekler. Sabahın seherinde gördüğü manzara karşısında şaşırır Karani.
Hastalıktan bitkin ve yorgun düşen bu hayvanlar sanki yeniden doğmuş gibidir. Elini açip yakarır tanrıya. Hastalıktan kırılan bu hayvanları kurtardığı için şükreder. Artık deve
sahiplerine karşı mahcup olmayacaktır. Yanına gelen diğer çobanlara da anlatır başından geçenleri.Dualarının kabul edildiği, burcu burcu çiçeklerin koktuğu, kuş seslerinin birbirine
karıştığı yeşillikler içindeki bu yörenin adını sorar diğer çobanlara. Çobanlar burasının bir adının olmadığını varsa da bilmediklerini söylerler. Günlerce burada konaklar Karani. Ayrılık
zamanı geldiğinde ismini bilmedikleri bu yöreye bir isim koyarak ayrılır. „BESEREK“ olsun der bu güzel yurdun adı.Divane görünümlü ama bilinmeyen konuşmalar yapan bu adama etrafındaki
çobanlardan birisi develerini bulduğu için mutlu olan Karani’ye “Şimdi Nasılsın?” diye sorar. Cevap manidardır: “Akşama çıkacağını bilmeyen biri nasıl olursa!” Yüksekliği tevazuda buldum,
liderliği nasihatte. Nesebi Takva’da buldum şerefi kanaatte. Rahatlığı zühtte buldum, zenginliği tevekkülde. Bizde ne takva, ne züht, ne de tevekkül. Eh birşey bulamıyoruz tabii. Allahü
Teala o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyleye. »
Beserek Yaylası’nın berrak havasını, soğuk suyunu anlatabilmek ise pek mümkün değildir. Çünkü Hüyük Yaylası‘nda yaşam güzelliği anlatılmaz ancak yaşanır. Bir sihirli el değmiş gibidir
insana. Bir anda tüm duyguları değİşİr insanın. O ıssız kıraç topraklar dertlere derman olur. İki cümleyi bir araya getiremeyenlerin şair oldukları, maddi ve manevi huzurun sağlandığı bir
yerdir Beserek Yaylası. Onun için diyoruz ki; anlatmak yetmez mümkünse yaşamalı duyarak, hissederek... Ünlü Ozan Aşık Veysel ne güzel anlatmıştır Beserek Yaylası’nı.
Arzusun çektiğim Beserek Dağı
Çevre yanın güzellerin otağı,
Bizim eller yaylasına göçtü mü?
Güney Tarafında Kurban Pınarı
Garip öter meşeliğin kuşları
Yavru şahin yuvasından uçtu mu?
Yeşil atlas giymiş dağlar süslemiş,
Şeme Dağı, duman olmuş puslanmış,
Sivralan'a nuru rahmet saçtı mı?
Zaman gelip göçler geri dönerken,
Dilberler doldurup bade sunarken,
Veysel Şatır, hatırlara düştü mü?
Hurafe diye tanımlayacağımız nice davranışlarımız var ki, ne onları beğenir ne de vazgeçebiliriz. Onulmaz dertlere düşme yeter ki...
Kaynak: Beserek Dergisi - Emlek Hüyüklüler Sosyal Dayanışma ve Kültür Derneği- Hacı Yetkin Resim: Ekrem Tektaş